Orta gelir tuzağı
“Büyüme sağlanıyor, refah artıyor” diye tekrarlanıyor. Ama büyümenin ortalama rakamı herkesin payı demek değil. Küresel eşitsizlik eğilimleri açık: OECD verilerine göre gelirdeki eşitsizlik düzeyi, ülkeler genelinde hâlâ yüksek; örneğin en zengin yüzde 10 ile en yoksul yüzde 10 arasındaki gelir oranı OECD ortalamasında 8,4:1 düzeyinde. Yani toplumun en tepesindeki dilimle en altındaki dilim arasında sekiz buçuk katlık bir gelir farkı var.
Ayrıca, servet eşitsizliği daha da ağır: en varlıklı yüzde 10 hane halkları, tüm hane halkı servetinin yüzde 52’sinden fazlasını elinde tutuyor. Bu rakamlar, “ekmek büyüyor ama dilim küçülüyor” teorisini doğruluyor. Yani büyüme rakamları şatafatlı ama alt kesimlerin payı düşüyor. Bu da Sürdürülebilir Kalkınma Amacı 10’un (“ülkeler içinde ve arasında eşitsizliğin azaltılması”) tam tersi yönde ilerlediğini gösteriyor.
Türkiye’de hanehalkları eşitsizliği
Türkiye’ye bakacak olursak; “kapsayıcı büyüme”, “tam ve verimli istihdam” gibi ifadeler politika belgelerinde yer alıyor. Ancak bu ifadeler daha çok slogan düzeyinde. Gerçek şu ki: büyüme oranı yüksek olabilir, ancak alt yüzde 40’lık gelir dilimi hâlâ geride. Hiçbir kurum bu eşitsizliğin derinliğini açıkça “gelirin dağılımı açısından” konuşmuyor. Çünkü pozitif anlatıya odaklanmak daha kolay.
Bu yüzden orta gelir tuzağından da kimse bahsetmiyor. Bir ülke belli bir kalkınma düzeyine ulaşıp kişi başı gelirini düşük gelirli ülkelerden yukarı çıkarır, ama yüksek gelirli ülkelere geçecek üretim, teknoloji ve verimlilik sıçramasını yapamazsa — yani orta gelir seviyesinde uzun süre takılı kalırsa — o ülke orta gelir tuzağına düşmüş olur. Ülke artık ucuz işgücüyle büyüyemez, çünkü ücretler artmıştır. Ama aynı zamanda teknoloji ve yenilikçilik kapasitesi yetersiz olduğu için gelişmiş ülkeler kadar üretken de değildir. Sonucunda da büyüme hızı düşer, gelir artışı durur, eşitsizlik ve işsizlik kalıcı hale gelir, toplumun refahı “orta seviyede donmuş” olur.
OECD’nin “Trends in Income Inequality and its Impact on Economic Growth” çalışması da bunu açıkça söylüyor: “Düşük gelirli hane halklarının geri kalması büyümeyi olumsuz etkiliyor.” diyor. Yani eşitsizlik sadece adaletsizlik değil, aynı zamanda ekonomik verimsizlik arızası. Gelişme adı altında tüm gelir gruplarının birlikte ilerlemesi gerekirken, sistemin bir kısmı sabit kalıyor.
Ortalama yanılsaması
2015’ten bu yana, düşük gelirli ve yüksek gelirli ülkeler arasındaki fark her yıl yüzde 1,1 arttı. Yani küresel sistem, eşitsizliği azaltmak bir yana, artık üretmekte usta hale geldi. Bir de şu meşhur “ortalama” meselesi var. Ortalama gelir artıyor, ortalama büyüme yüzde şu, ortalama ücret bu… Oysa ortalama, en zenginle en yoksulun cebini aynı tabloya sığdırıyor. Alt yüzde 40’ın geliri artmıyorsa, o ortalama hiçbir işe yaramıyor. Ülke ortalamasına bakarak kendini teselli eden bir toplum, aslında kendi içindeki adaletsizliği istatistikle örtüyor.
Karar alıcıların rolü açık: gelir politikasıyla, eğitimle, istihdamla eşitsizliği törpüleyecek zemini kurmak. Ama sistem, gelir dağılımını düzeltmek yerine, gelir kaybını hafifletmekle yetiniyor. Oysa asıl mesele, yoksulluğu geçici olarak azaltmak değil; yoksulluğu kalıcı olarak devre dışı bırakmak.
Bir çocuğun doğduğu şehir, finansal geleceğini belirliyorsa orada kapsayıcı büyüme yoktur. Bir gencin iş bulma imkânını yaşadığı şehir belirliyorsa kalkınmadan söz edilemez. Bir kadının istihdamını yaşadığı şehrin kültürü belirliyorsa istihdam oranı veri olarak anlamsızdır. Türkiye’de gelir dağılımı, büyük şehirlere iltimas geçiyor. Ama Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi 10, “ülkeler içinde ve arasında eşitsizliğin azaltılması” diyor. Kâğıt üstünde güzel. Ama küresel tabloyu izleyince insan sormadan edemiyor: Eşitsizliği kim azaltacak? O eşitsizlikten doğrudan kazanan mı?