Sera gazı değil ahlaki üstünlük gazı

Bugün sürdürülebilirlik dendiğinde ak­la fabrika bacaları, plastik atıklar ya da karbon salımı değil, orta-üst sınıfın yaşam tarzı geliyor. Cam matara, elektrikli SUV, organik pazar torbası… Bunların hepsi “bi­linçli tüketimin” simgeleri haline geldi.

Ama dikkat edin: Bu bilinç, toplumsal bir değer olmaktan çok, kişisel bir ayrıcalığa dönüştü. Çünkü artık insanlar dünyayı değiştirecek kolektif iradeye değil, sadece kendi mikro evrenlerinde “doğru davranmaya” inanıyor. Tüketim çarklarının kurucuları, uluslarara­sı toplumun; devletlere, kurumlara, sisteme güvensizliğini fırsat bilerek, insanları kur­tuluşun kişisel tüketim ahlakında olduğuna inandırmaya başladı. Çünkü bu yeni bir kâr modeli.

Gücü kalmayan vatandaş, değişimi sis­temden bekleyemeyince, kendi alışveriş poşetinde, kendi matarasındaki etik his­sine sığınıyor. Bir bakıma sürdürülebilir­lik, toplumsal çaresizliğin yeni vicdan biçi­mi haline geldi. Birleşmiş Milletler’in 2025 Dünya Sosyal Raporu’na göre sürdürülebi­lir kalkınmanın önündeki en büyük engel artık iklim değil, güven. İnsanlar devletlere, kurumlara, hatta birbirlerine güvenmiyor. Çünkü son yıllarda nereye bakarsak baka­lım aynı tablo: söylenenle yapılan arasında­ki uçurum büyüyor.

Adaletsiz dönüşüm

Avrupa Birliği “yeşil mutabakat” diye bir şey açıkladı mesela. Kâğıt üzerinde çok gü­zel. Ama pratikte ne oldu? Gelişmekte olan ülkeler için yeni bir gümrük duvarı, yeni bir rekabet eşiği. Türkiye gibi ülkelerde ise “ye­şil üretim” dediğimiz şey çoğu zaman mali­yet artışı, dolayısıyla işçi çıkarmak, küçül­mek anlamına geliyor. Fabrika sahibi kar­bon ayak izini küçültmek ile övünürken, o fabrikanın işçisi işsiz kalıyor.

Bu tabloya “adaletsiz dönüşüm” deniyor. Yeşil ekonomiye geçişin bedeli yine dar ge­lirliye yazılıyor. Enerji verimliliği, sıfır atık, karbon nötr hedefleri kâğıt üzerinde çevre­ci; ama uygulamada gelir düzeyiyle doğru orantılı bir erişim ayrıcalığı yaratıyor.

Aynı şey şehirlerde de geçerli. Geri dönü­şüm kampanyaları, bisiklet yolları, yeşil alan projeleri güzel ama kimin için? Esenyurt’ta, Bağcılar’da ya da Gaziantep’in sanayi mahal­lesinde kim bunlardan faydalanıyor? Bir ke­sim “yeşil şehirde” yaşarken, diğeri hâlâ gri bölgelerde, hava kirliliği kaynaklı solunum yetmezliği ile mücadele ediyor.

Sonra, bunun tam ortasında kalan vatan­daşa dönüp şimdi “su tasarrufu yap”, “atı­ğını ayır”, “toplu taşıma kullan”, “çevre­ci ürünler” kullan diye vaaz veriliyor. Ama ne suyun kalitesi ondan soruluyor ne toplu taşıma güvenli ne de çevresinde bir yaşam alanı var.

Sürdürülebilirlik yeni kimlik kartımız mı?

Bir de işin kültürel tarafı var. Türkiye’de çevreci söylem uzun süre “Batılılaşmış”, “şehirli”, “elitist” bir tonla geldi. Bu yüzden kırsal kesimde ya da işçi mahallelerinde karşılık bulamadı. İnsanlar “onların lüksü, bizim yükümüz” diye düşündü. Bugün köy­de kömür sobası yakan bir aileye “karbon salımını azalt” demek, trajikomik olur. Bu yüzden sürdürülebilirlik sadece doğayı de­ğil, adaleti de korumak zorunda. Çünkü sos­yal adalet olmadan çevre adaleti olmaz. Se­ra gazı kadar tehlikeli bir şey varsa o da “ah­laki üstünlük gazı”dır. Ve o gaz, ne yazık ki son yıllarda fazlasıyla havada dolaşıyor.

Artık “sürdürülebilirlik” kelimesi duyul­duğunda iklim inkarcılığı yapılıyorsa se­bebi sınıfsal yorgunluk. Çünkü herkes far­kında: Bu düzenin faturası yine aynı kesi­me kesiliyor. Asıl sürdürülebilirlik krizi işte burada. İklim değil, güven krizi. İnsan­lar devletlerin, şirketlerin, hatta aktivistle­rin samimiyetine inanmıyor. Çünkü herkes “kimin için” ve “kimin pahasına” soruları­nı soruyor.

Eğer bu sorulara cevap verilmezse, sür­dürülebilirlik bir ortak gelecek projesi ol­maktan çıkacak, yeni bir kimlik kartına dönüşecek: Organik ürün tüketen, karbon ayak izi küçük, elektrikli otomobille gezen “iyi insanlar kulübü”ne üyelik kartı.

Yazara Ait Diğer Yazılar