İrade ile sermaye arasında sıkışan kalkınma
Muğla’da düzenlenen “Toprağımızı Vermiyoruz” mitingi, Meclis'te kabul edilen ve zeytinliklerin madencilik faaliyetlerine açılmasını öngören torba yasaya karşı gerçekleştirildi. Köylüler, çevre örgütleri ve muhalefet partilerinin ortaklaştığı bu miting, ne yazık ki yalnızca bir çevre savunusu değil. Aynı zamanda sürdürülebilir kalkınmanın; siyasi, ekonomik ve sosyolojik fay hatlarını açığa çıkaran tektonik bir gösterge. Mesele, zeytinlikler ve maden ruhsatlarının ötesinde, bir kalkınma modelinin, toplumun farklı kesimlerine ne sunduğunun ve onlardan neyi eksilttiğinin tezahürü olarak cereyan ediyor.
Söz konusu çatlak, aslında yerel halkın yaşam biçiminden ulusal ekonominin tarımsal geleceğine, siyasi temsilin niteliğinden kültürel çeşitliliğin korunmasına kadar genişleyen bir fay hattını harekete geçiriyor. Dolayısıyla sorun yapı sorunu olarak tezahür ediyor. Bir başka deyişle, Türkiye’nin hangi kalkınma yolunu seçeceğinin; sürdürülebilirliği yalnızca enerji ve büyüme üzerinden mi tanımlayacağının, yoksa kültürel ve toplumsal çeşitliliği de destekleyerek mi inşa edeceğinin sembolik bir sınavına dönüşmüş durumda.
Kalkınma mı yoksa kültürel tek tiplileşme mi?
Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA), yalnızca enerji ya da ekonomik büyüme hedefi koymuyor. Aynı zamanda kültürel mirasın korunması, yerel toplulukların karar süreçlerine katılımı ve toplumsal çeşitliliğin yaşatılması gibi ilkelere de vurgu yapıyor. Türkiye’deki sürdürülebilir kalkınma modeli ise bu beklentinin biraz uzağında. Zeytinliklerin feda edilmesi, aslında yalnızca bir tarım alanının kaybı değil; SKA çerçevesinin en temel direklerinden biri olan kültürel sürdürülebilirliğin zedelenmesi… Bu noktada kavga, “şehir merkezli kalkınma” ile “kırsalın yaşam hakkı” arasındaki uçurumdan daha derin bir yere işaret ediyor: Kültürel tek tiplileşme…
Çeşitliliği yönetmek yerine homojenleştirmek, kalkınma hedefleri açısından bir sorun. Sermayenin öncelik verdiği şey: her yerde aynı türden enerji ve maden yatırımları. Buna karşılık kırsalın sahip olduğu yerel kültür, çeşitlilik ve kimlik arka plana itiliyor. Bu müdahale, modernleşme adı altında her yeri aynı ekonomik mantığa göre kalkınma planı altında toplamanın bir projeksiyonu. Karar alıcı irade bu farklılıkları korumak yerine, hepsini aynı “kalkınma modeline” uydurmaya çalışıyor. Bu da çeşitliliği törpüleyen, tek tip bir ekonomik ve kültürel düzen yaratıyor. Bu durum, aidiyet duygusunu zedeliyor ve uzun vadede hem siyasal hem de kültürel yabancılaşmayı derinleştiriyor, aynı zamanda durumu aidiyet ve demokrasi krizine dönüştürüyor.
Homojen kalkınmanın riski
Muğla’daki miting, zeytinlikler üzerinden yürüyen bir çevre tartışması olmaktan çok, Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınma yolunu nasıl tanımlayacağına dair bir işaret fişeği oldu. Bu yüzden zeytinlikler ve madenlerin ötesine geçmiş durumda. Türkiye’nin hangi kalkınma yolunu seçeceği, yerel iradeye ne kadar değer vereceği ve toplumsal barışı hangi zeminde inşa edeceği sorusu masada çözümsüz duruyor. Bu yüzden meselenin çözümü için, hangi yatırımların yapılacağı kadar hangi çeşitliliklerin korunacağını da gözetme zaruretimiz var.
Türkiye’nin hangi kalkınma yolunu seçeceği, yerel iradeye ne kadar değer vereceği ve toplumsal barışı hangi zeminde inşa edeceği sorusu masadayken Muğla’daki köylüler için zeytinlik, yalnızca ekonomik bir değer değil. Tek tiplileşmenin sosyolojik sonucu, kültürel zenginliğin aşınmasıdır. Egeli’nin zeytini, Karadenizli’nin fındığı, Doğulu’nun hayvancılığı… Bunların her biri farklı bir yaşam biçiminin taşıyıcısı. Hepsi aynı kalkınma modelinin dişlisine sokulmaya çalışıldığında, ülkede zenginlik değil, tek sesli bir yoksullaşma ortaya çıkıyor. Ve buna da Türkiye’de, üzerinde büyüme rakamları yazılıp “sürdürülebilir kalkınma” deniyor.