Hayat bir gösteri olmasaydı ne olurdu?
Duygunun yerini sahnenin aldığı, yaşamanın gösterilmeye dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz artık. Ve belki de en çok bu yüzden sormak gerekiyor: Hayat bir gösteri olmasaydı, ne olurdu? Artık hiçbir şey yalnızca “olduğu gibi” yaşanmıyor. Her şey “Nasıl görünür?” sorusunun gölgesinde kurgulanıyor.
Bir zamanlar anılar vardı. İçimizde gizli gizli taşıdığımız, sadece doğru kişiye fısıldadığımız, gözümüzü kapattığımızda yeniden yaşayabildiğimiz o özel anılar… Bugün, o anılar yerine kayıtlar var. Çekim açıları, ışık ayarları, filtre uyumu… Duygunun yerini sahnenin aldığı, yaşamanın gösterilmeye dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz artık. Ve belki de en çok bu yüzden sormak gerekiyor: Hayat bir gösteri olmasaydı, ne olurdu?
Artık hiçbir şey yalnızca “olduğu gibi” yaşanmıyor. Her şey “Nasıl görünür?” sorusunun gölgesinde kurgulanıyor. Evlilik teklifleri mesela. Bir zamanlar iki insan arasında geçen sade bir karardı. Şimdi o kararın kendisinden çok, dekoru konuşuluyor. Diz çökülen yerin fonu, cümleyi takip eden müzik, arka planda yanıp sönen LED’ler… Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de küçük bir uçakla yapılan evlilik teklifi sırasında, teklif sahibi adam telsizden “Benimle evlenir misin?” diye sordu; evet yanıtını aldı ama uçak, kısa süre sonra düştü. Sosyal medyaya uygun evlilik teklifi uğruna hangi riskler alınmıştı kimbilir! Gerçek şu ki, hayatta kalmak ile paylaşılabilir olmak arasındaki sınır dahi neredeyse silinmiş durumda. Aşkın en içten hali bile, izlenebilirliğine göre kurgulanıyor.
Ama mesele yalnızca bir evlilik yolculuğuna başlamakta değil, kutlamakta da değil, aynı zamanda açıklamakta. Son yıllarda hızla yayılan cinsiyet partileri, henüz doğmamış bir bebeğin cinsiyetini binlerce kişiye ilan etmek için organize ediliyor. Amaç, çevreye duyurmak değil artık. Amaç, algoritmaya düşmek. Dumanlar, fişekler, sürpriz mekanlar, Hollywood filmi gibi prodüksiyonlar… Arizona’da yapılan bir cinsiyet açıklama partisinde, patlatılan renkli bir havai fişek orman yangınına neden oldu. Yirmi bin hektarlık alan yandı. Bir itfaiyeci hayatını kaybetti. Renkli duman uğruna, doğa ve insan canı feda edildi. Mavi çıktı, erkekti bebek. Ama kimse o bebeğe bir gün, doğmadan önce bir cana mal olduğunu anlatamayacak.
Başka bir cinsiyet partisinde, spagetti tabağının ortasına gizlenmiş bir köfteyle açıklama yapıldığını gördüm ekranda… Sosun içinde saklanan köfte ortaya çıktığında, kalabalık alkışlarla bebeğin cinsiyetini kutladı. Klişeleri ters yüz eden yaratıcı bir fikir olarak sunuldu bu. Ama insan düşünmeden edemiyor: Gerçekten kutlanan ne? Doğacak bir çocuk mu, yoksa viral olma ihtimali mi? O sofrada hissedilen neydi: Aidiyet mi performans mı?
Algoritmik kutlama
Gösteri yalnızca başlangıçlarda yaşanmıyor elbette. Bitenlerin bile algoritmik kutlamaya dönüştüğü bir dönemdeyiz. ‘Boşanma partisi’ adını verilen yeni ritüeller var artık. Bir pastanın üzerine ‘Finally free!’ (sonunda özgür) yazdırmak, birlikte inşa edilen bir geçmişi mizahi cümlelerle uğurlamak. İlk bakışta güçlendirici görünebilir. Ama çoğu zaman bu partiler, bir sürecin doğal sonucu değil; o süreci bol kurgulu, bol filtreli, bol gösterişli unutturma çabası. Sosyal medya bir boşanmayı sadece bir bitiş değil, hikâyeye dönüşecek bir içerik olarak görüyor. Sürükleyici, çarpıcı, keskin… Bir ilişkinin yükü değil; anlatının temposu önemli. Acı geride kaldı mı? Belki. Ama asıl mesele o değil zaten. Beğeni sayısı yeterince yüksek mi?
Evet, biz artık anıları yaşamakla değil, anlatmakla ölçüyoruz. Samimiyet yerini stratejiye, his yerini çekime, göz göze gelme yerini yorumlar sekmesine bıraktı. Artık bir an, ne kadar kalbimize dokunduğuna göre değil; ne kadar etkileşim aldığımıza göre kıymetli. Özel olan, ne yazık ki artık sadece algoritmaya düşebildiği ölçüde değerli.
Daha az görünür, ama daha gerçek olurduk
Ve burada sormamız gereken soru şu: Evet, özel anlar yaratmak ve sevdiklerimizle paylaşmak çok güzel. Hepimiz görülmek, duyulmak, onaylanmak isteriz. Hepimiz hatırlanmak isteriz. Ama sizce de prodüksiyon büyüdükçe duygu azalmıyor mu? Sahneye yeni ışıklar eklendikçe, içtenlik gölgede kalmıyor mu? Mükemmellik hissi arttıkça, gerçeklik algısı bulanıklaşmıyor mu?
Hayal kırıklıkları da buradan çıkıyor zaten. Çünkü o kadar büyük sahneler kurduk ki, hissedilen duygular çoğu zaman o sahneye yetmiyor. Bir evlilik teklifi sonrası çiftin aynı gösterişli hayatı beklemesi, bir cinsiyet partisinden sonra çocuğun ya da hamileliğin zorluklarıyla mücadele etme gerçeği, bir boşanma partisinin ertesi günü yaşanan pişmanlık… Başlangıçtaki gösteri büyüdükçe sonrasındaki hayal kırıklıkları da derinleşiyor sanki… Her şey fazlasıyla görünür ama bir o kadar da yüzeysel. Derinleşemeyen, iz bırakmayan, gerçekten taşmayan.
En kıymetli olan…
Belki de en kıymetli olan, en sessiz olandır. Kamera yokken edilen bir “evet”. Sadece birkaç yakın arkadaşla fısıldanan bir heyecan. Kayıt alınmadan yaşanan bir sevinç. Belki daha az ışıklı, ama çok daha sıcak. Belki daha az izlenmiş ama çok daha gerçek.
Hayat bir gösteri olmasaydı, belki daha az etkileyici görünürdü. Ama belki gerçekten yaşanırdı. Ve belki biz, o zaman kendi hikâyemizin izleyicisi değil, sahibi olurduk.