Hiç bitmeyen alarm: Krizle yaşamayı öğrenmek

Bugün hâlâ ‘krizle yaşamayı öğrenmek’ ifadesini kullanıyoruz, ama asıl mesele krizi hiç başlamadan durdurmak. Deprem dirençli şehirler kurmak, yangınların önlenmesi için yerel halkın bilgi ve farkındalık düzeyini artırmak, insan hatalarının yol açtığı felaketlerin önüne geçmek…

Balıkesir’de yaşanan dep­rem, İstanbul ve başka bir­çok ilde de hissedildi ve yü­rekler bir kez daha korku ile kap­landı. Aynı saatlerde ülkenin farklı bölgelerinde orman yangınlarıyla mücadele sürüyordu. Sarsıntının ardından telefonlarımızda beli­ren uyarılar, yangınlardan yükse­len dumanın gökyüzünü karartma­sı… Bunlar, artık birbirinden kopuk olaylar değil. Her biri, yaşamı ve ge­leceği tehdit eden, birbirini tetik­leyen kriz halkalarının parçaları. Deprem, barınma güvenliğini sar­sarken; yangın, nefes aldığımız ha­vayı, toprağı, tarımı ve biyolojik çeşitliliği yok ediyor. İkisi bir ara­ya geldiğinde, yalnızca evlerimizi değil, üretimden gıdaya, iklimden ekonomiye kadar tüm yaşam zinci­rimizi zedeliyor.

Bugün dünyada ve ülkemizde çok iyi biliyoruz ki, krizler eskisi gibi ‘oldu bitti’ yaşanmıyor. Biri­nin etkisi sürerken, diğeri başlı­yor. Ve bir tanesi, diğerini daha yı­kıcı hale getiriyor. Deprem sonrası altyapısı zarar gören bir bölgede yangın çıktığında, yangınla mü­cadele kapasitesi düşüyor. Yangın sonrası tarım alanı yok olduğun­da, gıda arzı azalıyor; bu, fiyatlara, ticarete, sosyal gerilime yansıyor. Çoklu krizler, yalnızca fiziksel de­ğil; ekonomik, sosyal ve psikolojik bir sarmal yaratıyor.

Krizle yaşamak değil, krizi önlemek

Bugün hâlâ ‘krizle yaşamayı öğ­renmek’ ifadesini kullanıyoruz, ama asıl mesele krizi hiç başlama­dan durdurmak. Deprem dirençli şehirler kurmak, yangınların ön­lenmesi için yerel halkın bilgi ve farkındalık düzeyini artırmak, in­san hatalarının yol açtığı felaket­lerin önüne geçmek… Bunlar artık ‘yapılsa iyi olur’ listesinde değil; ya­şamak istiyorsak yapmak zorunda olduğumuz adımlar.

Deprem öncesi binaların güçlen­dirilmesi, riskli bölgelerde yapılaş­manın sınırlandırılması, yangın bölgelerinde erken uyarı sistem­lerinin kurulması, kırsal alanlar­da yaşayanlara yangınla mücadele eğitimi verilmesi… Bunların hiçbi­ri lüks değil. Aksi halde, önümüz­deki yıllarda yalnızca doğa olayla­rını değil, onların tetiklediği zin­cirleme felaketleri konuşacağız. Ve bu noktada, ne raflarda sıralanan en iyi ürünlerin ne ışıl ışıl kampan­yaların ne de alışverişin bir anlamı kalacak. Çünkü yaşamın kendisini ayakta tutan nefes, su, toprak ve ik­lim elimizden alınmış olacak.

Dayanıklılığın ölçüsü

Dayanıklılık artık sadece ‘kriz­den çıkmak’ değil, ‘krizi mümkün olduğunca doğmadan engelle­mek’ anlamına geliyor. Bu da yal­nızca hükümetlerin veya kurum­ların sorumluluğu değil; iş dün­yasından akademiye, medyadan bireylere kadar herkesin taşıdı­ğı bir görev. Bir belediyenin afet planı varsa, o planın uygulanma­sını talep etmek yurttaşın hakkı. Bir şirketin sürdürülebilirlik ra­porunda yer alan çevre hedefleri, yalnızca yatırımcıyı memnun et­mek için değil, gerçekten doğayı korumak için konulmalı.

Dayanıklılık, yalnızca binaların sağlamlığıyla ölçülmez. Kriz anın­da kimin bilgiye erişebildiği, kimin yardıma koştuğu, kimin susup ki­min sorumluluk aldığıyla şekille­nir. Bazen bir şehrin kaderi, tek bir yanlış kararla ya da tek bir ihmalle değişir. Ve o an geldiğinde, “Keşke daha önce yapsaydık” demek artık hiçbir şeyi geri getirmez. Bu yüz­den hazırlık dediğimiz şey, yalnız­ca mühendislik hesaplarının ya da mevzuat maddelerinin konusu de­ğil; toplumun tamamının, her gün ve her yerde ortak bir bilinçle hare­ket etmesidir.

Çünkü büyük felaketler yalnız­ca yıkıcı değil; geri dönüşü olma­yan bir noktaya doğru da sürük­lüyor. Sıfır noktası… Yani nefesin, suyun, toprağın tükendiği, yaşa­mı yeniden inşa etmenin bile im­kânsızlaştığı an. Oraya varmamak için, herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor. Sadece ‘destek olmak’ değil, aktif çözümün bir parçası olmak… Bu, yaşadığımız çağın zorunluluğu.

Gerçeğin sert yüzü

AFAD’a göre 2024’te Türkiye ve yakın çevresinde 32 bin 500 dep­rem kaydedildi; bu, neredeyse gün­de 89 sarsıntı demek. Orman Ge­nel Müdürlüğü verilerine göre ise 2024’te çıkan 3 bin 800 orman yan­gınında 27 bin 485 hektar alan za­rar gördü. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) değer­lendirmeleri, Akdeniz havzasında yangın hava koşullarının orta vade­de artacağını ve küresel ısınmanın 2 santigrat derece olduğu bir senar­yoda yanmış alanın yaklaşık yüzde 40 artabileceğini ortaya koyuyor. Bu yüzden deprem ve yangını ar­tık ayrı değil, birbirini besleyen bir risk sarmalı olarak düşünmek zo­rundayız.

Balıkesir’deki deprem ve devam eden yangınlar bize şunu hatırlatı­yor: Krizler arasında seçim yapma lüksümüz yok. Depreme hazırlıklı olmazsak, yangınla mücadele ede­meyiz. Yangınları önleyemezsek, gıdamızı, suyumuzu, nefesimizi kaybederiz. Ve bu kayıplar, ekono­mik istatistiklerden önce hayatla­rımızı yok eder.

Ve belki de en sert gerçek şu: Depremi durduramayız, rüzgârın yönünü değiştiremeyiz. Ama yıkı­mı azaltabilir, yangını büyümeden söndürebilir, nefes aldığımız ha­vayı, üzerinde yürüdüğümüz top­rağı koruyabiliriz. Bunu yapma­dığımız her gün, felaketlere karşı savunmasız değil, onları büyüten tarafta duruyoruz. Bu yüzden me­sele “Bir gün başımıza gelirse ne yaparız” değil; bugün, tam şu an­da neyi değiştireceğimiz. Çünkü yarın, bugünkü hazırlığımız kadar güvenli olacak.

Yazara Ait Diğer Yazılar