İsrail-İran savaşı bitti mi?
ABD Başkanı Trump’ın “12 Gün Savaşı” olarak adlandırdığı İsrail-İran Savaşı imza olmayan bir ateşkes ile sonlandı. Ateşkes sonrası çatışmanın içerisindeki üç devlet kendi halkları adına “zafer” ilan ettiler. İsrail ve İran’da sokaklarda zafer kutlamaları yapılırken Trump, ordusunun ne kadar başarılı bir harekât yaptığını harekâtı başarısız bulan medyaya ağza alınmayacak cümlelerle her ortamda saldırarak anlatıyordu.
Bize ise herkesin zafer ilan ettiği bu 12 günü yorumlamak kaldı. Öncelikle ifade edeceğim şey insanlığın karşılaşabileceği en büyük felaketin “savaş” olduğudur. İşin içerisine sivil unsurların girdiği bir çatışmanın dünyanın geri kalanında panik havası yaratması gayet normal.
İsrail ne elde etti?
İsrail açısından baktığınızda üç konu öne çıkıyor. İlki İran’ın nükleer tesislerine verilen zararın ülkenin nükleer çalışmalarını fazlasıyla geriye götürmesi. Natanz ve Fordow’daki iki zenginleştirme tesisinin tamamen yok edilmemiş olmasa da önemli hasar gördüler. Diğer yandan İsrail tarafından öldürülen nükleer bilim insanları İran nükleer programı için çok önemliydi. İran’ın öngörülebilir gelecekte nükleer silahlara doğru ilerleme yeteneğini ya önleyecek ya da en azından ciddi şekilde engelleyecek bir durum ortaya çıktı.
İkinci konu yaptığı askeri saldırıların yasal olmadığı yönündeki uluslararası suçlamalara -ABD’nin desteğiyle- direnmesi. İsrail daha önce Tahran’ın nükleer tesislerine hiçbir saldırıda bulunmamıştı. 12 Gün Savaşında Natanz yakıt zenginleştirme tesisini ve Isfahan nükleer teknoloji kompleksini bombaladı. Dolayısıyla daha uzak bir bölgeyi vurabilme imkânı olduğunu gösterdi. Biliyoruz ki İsrail Gazze’de yaptığı soykırımı bile savunabilecek bir devlet pişkinliğine sahip.
Son konu ise İsrail’in ABD’yi İran’a karşı başlattığı saldırıya girmeye ikna edebilmesidir. Keza ABD, 1967 ve 1973’teki savaşlarda, saldırıya uğradığında İsrail’e maddi destek sağlamış ancak doğrudan katılımda bulunmamıştı. Bu durum İsrail’in her koşulda ABD’yi ikna edebilecek ABD içerisinde bir lobi gücü olduğunun kanıtıdır.
Diğer yandan tüm bu kazanımların aksine Gazze’de Hamas’a diz çöktüremeyen İsrail’in, İran’ı ABD’siz ateşkes masasına getiremeyeceği ortaya çıktı. Henry Kissinger “Kriz: İki Büyük Uluslararası Krizin Anatomisi” kitabında, İsrail’in 1973’te yenildiğini ama yok olmaması için ABD’nin desteğiyle kazandırıldığını yazar. Bugün karşılaştığımız manzara benzerlikler gösteriyor.
Diğer yandan İsrail’in İran’da rejim değişikliği amacı da karşılıksız kaldı. Bu amaç ABD’de dahil olmak üzere uluslararası bir destek görmezken İran halkını da “rejim değil ülke” kavramında buluşturdu.
Son olarak İran’ın her türlü askeri yetersizliğine rağmen füze teknolojisinin geldiği nokta İsrail’de panik ve korku yaratmaya yetti. Delinmez denilen “Demir Kubbe” delik deşik oldu. İran nükleer silahlanmadan vazgeçip uluslararası sisteme geri döner ve ambargolardan kurtulursa bu teknolojinin geliştirilmesi ve İran ordusunun yeniden yapılandırılması gelecekte İsrail’in korkularını daha da fazla artıracaktır.
İran baskı altında
İran yönetimi için rejimin hayatta kalması, nükleer programın korunması, stratejik altyapıların, özellikle füze sistemlerinin, istihbarat ağlarının ve komuta-kontrol yeteneklerinin hayatta kalması önemliydi.
ABD’nin nükleer tesislerine saldırıları sonrası uydu fotoğrafları, füzelerinin hedeflerini vurduğunu gösterse de nelerin imha edildiğini doğrulayacak bir kanıt bulunmuyor. ABD saldırılarının ardından, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) direktörü Rafael Grossi, “Şu anda, UAEA dahil hiç kimse Fordow’daki yeraltı hasarını tam olarak değerlendirebilecek durumda değil, yük ve santrifüjlerin aşırı titreşime duyarlı yapısı göz önüne alındığında, çok önemli bir hasar meydana gelmesi bekleniyor» dedi. Dolayısıyla İran nükleer çalışmaları fazlasıyla güç kaybetmiş gözüküyor.
Tüm bu gerçekliğin yanında UAEA’nın İran’ın elinde olduğunu söylediği 400 kilogram yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyumun nerede olduğu bilinmiyor. Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitri Medvedev’in zenginleştirilmiş uranyumun başka bir ülkeye taşınma ihtimali ve başka ülkeler tarafından İran’a nükleer silah verilebileceği sözleri bazı şüpheleri akla getirmiyor değil. Bu durum en azından İran için söylem gücü yaratıyor.
Bunun yanında çatışmalar boyunca İranlı yetkililer ve İran medyası, ülkenin uzun süreli çatışmaya dayanabileceği ve karşılığında
İsrail’e ciddi zararlar verebileceği yönünde birçok söyleme ve habere imza attılar. Hava harekâtı ve savunması yapamadan füze teknolojisinin verdiği güçle karşı koymak ve İran’ın pes etmeyeceğini gösterebilmek bence önemli.
İran’ın ya da İran rejiminin diğer bir kazanımı ise muhalefetin İsrail ve ABD baskısı oldukça taleplerini seslendirmeyi bırakacağının görülmesi oldu. İran halkı milli birlik gösterdi. Keza ABD-İsrail eliyle gerçekleştirilecek bir rejim değişikliğiyle gelen iktidar, daha ilk günden “hain” ilan edilecek ve ülke bir iç savaşla karşı karşıya gelebilecekti.
İran adına önemli bir gerçek ise İran’ın yıllardır İsrail’in istihbarat baskısı altında olduğudur. Bu baskı İran rejiminin ülkedeki etkisini sorgulayacak seviyede. Öyle bir istihbarat açığı ki Kasım Süleymani ile başlayan Hamas lideri İsmail Haniye ile devam eden son çatışmada öldürülen 30 kadar üst düzey güvenlik yetkilisi -içlerinde Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları başkomutanı Hüseyin Salami ve ülkenin önde gelen nükleer fizikçilerinden Muhammed Mehdi Tehranchi de var- ile son bulan bir açık.
Öyle bir istihbarat açığı düşünün ki İsrail, İran’a gizlice soktuğu silahlar sayesinde ülkeyi kendi topraklarından vuruyor ve hatta Tahran yakınlarına bir hava aracı (drone) üssü bile kuruyor. Bu durum İran tarafından değiştirilemez ise İran’ın devlet algısı sürekli sorgulanacaktır. Bence İran’ın bu savaştan çıkarması gereken en önemli ders yeni bir istihbarata karşı koyma konseptini harekete geçirmek olmalıdır.
ABD’yi dengeleyecek başka bir güç yok
ABD, İran nükleer tesislerini vurarak İsrail’in savaşı uzatmasının önüne geçti. Diğer yandan İran’ın gösterdiği direnç ve oluşan milli birliğin İsrail’i hiç kazanamayacağı bir savaşa sürüklendiğini de gördü. Bunların yanında İran’a nükleer silah üretiminde ısrar etmesi halinde ABD’nin İran’ı vurmakta hiç tereddüt etmeyeceğini de göstermiş oldu.
Ama daha önemlisi ABD’nin saldırı düzenleme kararı, İran’a karşı askeri baskıyı kullanma yönündeki Amerikan kararlılığını gösteriyor. Dolayısıyla ABD saldırısı gelecekteki ABD yönetimlerinin gerekmesi halinde aynısını yapmasını kolaylaştırabilecek önemli bir emsal teşkil ediyor. ABD, İran’da bir rejim değişikliği ısrarında bulunmayacağını açıkladı. Dolayısıyla tek konu nükleer silah üretimi. ABD, barışçıl bir nükleer programını kabul edebilir. ABD’ye göre bu barışçıl nükleer program, şeffaf ve tamamen UAEA’nın kontrolünde olmalı.
ABD’nin taleplerinin şimdilik İran’da karşılık bulmadığı görülüyor. Geçen hafta İran parlamentosu UAEA ile iş birliğini askıya almayı öngören bir yasayı onayladı. İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi yaptığı açıklamada, UAEA Başkanı Grossi’nin İran topraklarına girmesini yasaklayacağını ve ajansın nükleer tesislere gözetleme kameraları yerleştirmesine izin vermeyeceğini duyurdu.
Tüm bu gelişmeler imzayla garantiye alınmayan ateşkesin uzun sürmeyebileceğini işaret ediyor. Keza ABD Senatosu, Trump’ın İran’a Kongre onayı olmadan askeri operasyon düzenlemesini engelleyen tasarıyı reddetti. Bu karar, Trump’ın tek başına alabileceği bir harekâta onay anlamına geliyor. ABD baskısıyla varılan ateşkes yalnızca iki ülkenin toparlanmasına yarayacak gibi gözüküyor. İsrail’e sonsuz destek veren ABD’yi dengeleyecek bir başka gücün yokluğu da savaş ihtimalini artırıyor.
Kim kazandı?
Bu savaşın şu an için kazananı yok. Neden mi? Çünkü savaş bitmedi. Belki yarın, belki bir hafta, belki bir ay, belki bir yıl sonra aynı manzaralarla karşılaşabiliriz.
İran ve İsrail bölgede üstünlük temelli bir politika izledikleri müddetçe birbirlerine ihtiyaçları olacak. Keza her iki ülkedeki yönetimlerin iç ve dış politikada izledikleri stratejiler birbirlerinin varlığına ihtiyaç duyuyor.
Diğer yandan Çin ve Rusya’nın ABD-İsrail politikaları karşısındaki çaresizliği de bir dengenin oluşmamasında temel etken. Yıllardır Çin üzerine çalışmış bir kişi olarak temel iddiam Çin’in kısa ve orta vadede “süper güç” olamayacağıydı. Uzak vade ise çok uzak. Her soruna “ekonomi” temelli yaklaşarak süper güç hayali kuramazsınız. Diğer yandan Rusya, Ukrayna kriziyle boğuşuyor ve Batıyı meşgul eden her çatışmayı kendisi için zaman kazanma olarak görüyor.
Sonuç mu? Savaş devam ediyor, yalnızca devre arasındayız…