Kalkınma cinsiyet eşitliği gerektirir
Gezegenin geleceği için doğal kaynakları korumak, karbon emisyonunu azaltmak, yeşil enerjiye geçmek… Bunların hepsi sıkça duyduğumuz başlıklar. Ama Birleşmiş Milletler’in 2015’te belirlediği 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amacı arasında biri diğerlerinden biraz daha az konuşuluyor: Toplumsal Cinsiyet Eşitliği.
Oysa bu madde, diğerlerinin temelini oluşturuyor. Kadınlar eşit değilse, hiçbir kalkınma hedefi tam anlamıyla gerçekleşemez. Sürdürülebilirliğin özü, geleceğe zarar vermeden bugünü yaşamaksa, kadınların her alanda eşit katılımı neden hâlâ tartışma konusu? Eğitime, istihdama, siyasete, sağlığa…
Kadınların sistemin dışına itildiği, geri planda tutulduğu bir yapının uzun vadede ayakta kalması mümkün mü? Bu soru bir empati testi değil, kalkınmanın ön koşulu. Kadınların dışlandığı ülkeler, ekonomik olarak daha az gelişiyor. Sosyal uyumu yakalayamıyor. Ekolojik politikaları bile daha kırılgan kalıyor. Çünkü eşitlik, sadece hak değil, aynı zamanda bir sistem güvencesi.
Kadın cinayetlerinde 2024 bilançosu
Türkiye’nin 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, kadınların can güvenliği açısından ciddi bir kırılma noktasıydı. Bu sözleşme, taraf devletleri kadınlara yönelik şiddeti önlemek, şiddet mağdurlarını korumak ve failleri cezalandırmakla yükümlü kılıyordu.
Geri çekilme kararıyla birlikte, kadınların, karar alıcı mekanizmadan beklentisi sadece azalmadı; aynı zamanda yerini güvensizliğe bıraktı. Bu çekilme, sürdürülebilir kalkınmanın sosyal boyutuna da ciddi bir darbe vurdu. Çünkü sözleşme yalnızca kadınları korumayı değil, toplumsal cinsiyet eşitliğini sistematik hale getirmeyi hedefliyordu. Şimdi bu çerçeve yok.
Yerine ne mi kondu? Yerine 2024 yılında erkekler tarafından öldürülen 394 kadın kondu. 259 kadının ölümü ise hâlâ şüpheli şekilde kayıtlarda duruyor. Yüzde 57’si evlerinde öldürüldü. Üstelik ve öldürülenlerin yüzde 71’i birinci derece aile üyesi veya yakın ilişkide olduğu erkek tarafından katledildi. Ev dediğimiz yer, en temel güvenlik alanı iken, kadınlar için ölümcül bir mekâna dönüştü.
Gerçekten kalkınıyor muyuz?
Kadınlarının, sabah evden çıkarken “acaba geri dönebilecek miyim?” diye düşündüğü bir toplumun kalkınması mümkün mü?
Şiddet ablukası altında yaşayan her kadın eğitimden, üretimden, istihdamdan kopuyor. Şiddet cinayetle sonuçlanmasa bile, sistemin dışına itiliyor. Bir toplumda şiddet varsa, üretkenlik düşer. Şiddet varsa, sosyal bütünlük bozulur. Şiddet varsa, toplum geleceğini kaybeder. Bu yüzden kadın cinayetleri, sadece bireysel suç değil; toplumsal kalkınamayışımızın en büyük göstergesi. Kadınlar olmadan hiçbir kalkınma planı gerçekçi değil.
Karar alma mekanizmalarında kadın yoksa, çözümler tek yönlü ve eksik kalıyor demektir. Sürdürülebilir kalkınmanın sadece çevre odaklı bir mesele olmadığını artık kabul etmeliyiz. Eğitim, sağlık, hukuk, ekonomi, sosyal adalet ve eşitlik bir arada ilerlemezse; hiçbir sistem uzun ömürlü olamaz. Kırılgan olur, savunmasız olur, krize açık olur.
Toplumsal kalkınamayışımızın aynası: kadına şiddet
Toplumun yarısı sürekli şiddet tehdidi altında yaşarken; diğer yarısı gerçekten güvende olabilir mi? Türkiye gibi genç nüfusu yüksek olan bir ülkede, genç kadınların umutla yaşam kuramaması sadece bireysel değil, kolektif bir kayıptır. Bir ülkede her yıl yüzlerce kadın öldürülüyorsa, o ülkenin geleceği kan kaybediyor demektir.
Kalkınma stratejileri, bu gerçeği görmeden hazırlanıyorsa; sürdürülebilirlik sadece bir konferans kelimesi olarak kalır. Sürdürülebilir kalkınma, doğaya yatırım yapmakla sınırlı değil. Türkiye, kadınların yaşam hakkını savunmadığı sürece, ne kadar enerji dönüşümü yaparsa yapsın ne kadar yeşil alan korusa korusun, ne kadar karbon salınımı azaltırsa azaltsın kalkınamaz. Çünkü bir toplum, yarısını gözden çıkarmışsa, kendini de yarım bırakmış demektir.