Kalkınma kültürel ve zihinsel dönüşümdür

Türkiye’de sürdürülebilirlik dendiğinde hâlâ akıllara önce ihaleler geliyor. Oy­sa bu kavram, bir şirket raporunun dipno­tunda ya da bir belediyenin yıllık faaliyet sunumunda anlatılıp geçilen teknik bir ifa­de değil. Sürdürülebilirlik, yaşamakta oldu­ğumuz zamanla, onu bize emanet eden geç­miş ve bizden devralacak gelecek arasındaki en büyük ahlaki bağdır. Bu yüzden öncelikle bir vicdan meselesidir.

Ülke olarak kalkın­ma hikâyemizi hâlâ betona, asfalta ve hızla artan tüketim alışkanlıklarına endekslemiş durumdayız. Ne pahasına olduğunu çoğu zaman sormuyoruz: Yaşanabilir alanlarımı­zı kaybediyoruz, doğayı bir engel gibi gör­meye başlıyoruz, hatta bazen halkın yaşam alanlarını feda etmeyi ilerleme sanıyoruz. Oysa sürdürülebilirlik, sadece teknik veri­lerle değil, nasıl yaşadığımızla ve neye değer verdiğimizle ilgili. Yani bu bir ekonomi po­litikası değil; aynı zamanda bir etik tercih.

Yatırıma uygun olan vicdana da uygun mu?

Sürdürülebilir kalkınma sadece enerji verimliliği, yenilenebilir enerji ya da geri dönüşüm yatırımı meselesi değil. Aynı za­manda adalet meselesi. Herkese eşit yaşam hakkı tanımayan, gelecek nesillerin hak­kını bugünden tüketen bir model ne kadar “yeşil” görünürse görünsün, kalkınma kav­ramıyla arasındaki bağ cılızdır. Bugün Tür­kiye’de enerji yatırımları yapılırken çevre­sel etki değerlendirmeleri sadece yapılmış olmak için yapılıyor. İtiraz eden yerel halk, “yatırımı ve gelişimi istemeyenler” olarak etiketleniyor.

Muğla’nın Akbelen Orma­nı’nda yaşananlar ya da benzer bir şekilde Edirne’nin Karayusuf Köyü’nde yaşanan­lar, meselenin en çarpıcı örneklerinden bi­ri. Termik santrala kömür sağlamak ama­cıyla ormanlık alanın kesilmesine karşı çı­kan köylüler ve çevreciler yatırıma karşı çıkan marjinaller olarak etiketleniyor. Oysa bu insanlar, doğdukları toprakları, içtikleri suyu ve gelecekte çocuklarına bırakacakla­rı yaşam alanlarını savunuyorlar. Gerek Ak­belen’de, gerek Edirne’de vuku bulan, mo­dern toplum adına bir gelişme değil, doğa­nın sistematik biçimde talan edilmesidir. Bu da sürdürülebilirlik adına yapılan her yatırımın gerçekten adil olup olmadığını sorgulamamız gerektiğini gösteriyor.

Yatırım adı altında gelecek tüketiliyor

Gençler iklim krizinin farkında. Onlar sokaklara çıkarak seslerini duyurmak isti­yorlar ama aynı sistem onları sürekli daha fazla tüketmeye, daha fazla rekabete ve da­ha az sorgulamaya itiyor. O yüzden gerçek bir sürdürülebilirlik politikası, sadece çev­resel değil, aynı zamanda kültürel ve zihin­sel dönüşümü de hedeflemeli. Belediyeler bile küçük dokunuşlarla büyük farklar ya­ratabilecek bir kuvvete sahipler. Ancak bu­nun farkındalığından ya yoksun ya da asıl meseleye karşı kayıtsızlar. Oysa bu kayıt­sızlık, gelecek kuşakların zamanını bugün­den tüketiyor.

Her yeni otoyol, her plansız inşaat, her mega proje, her doğa talanı, biraz da çocuklarımızdan çalınan hayat demek. Sürdürülebilirlik, büyüme rakamlarından önce çocuklarımızın hayatıyla yakından il­gili. Bu yüzden, bir projeyi duyduğumuzda, ilk sorumuz şu olmalı: Bu yatırım çocukla­rımızın hayatını kolaylaştıracak mı, yoksa onları daha büyük krizlere mi itecek? Eğer bu soruya net bir “evet” cevabı veremiyor­sak, o yatırımın adı ne olursa olsun, sürdü­rülebilir değildir.

Gerçek ilerleme muhafaza etmektir

Ne zaman büyüme rakamları açıklansa, bunun neye mal olduğu konuşulmuyor. Su­lak alanlarımız yok olurken, yaylalar yollar­la kesilirken, ormanlar maden izinleriyle seyreltilirken neyi “kalkındırıyoruz”? Üs­telik sadece doğayı değil, sosyal yapıyı da zorluyoruz. Kırsalda tutunamayan gençler kente göç ediyor, kentler bu yükü taşıyamı­yor. Ve olan ne köyde kalabilene ne şehirde tutunabilene oluyor. Böylelikle kentler, me­deniyeti değil, giderek birbirine karşı ya­bancılaşan, duyarsızlaşan, her geçen gün hınçla dolan bıçkın bir yalnızlığı büyütüyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar