Kaynak Yağması mı? Bizde Adı İklim Değişikliği
Türkiye’nin su havzalarındaki baraj doluluk oranları, bir zamanların güven veren su hazinesi değil, bugün bir “azalan sessiz alarm” gibi çalmaya başladı. “Su krizinde çözüm üretmek, bizde yapılması gereken en acil iş değil; sorun yokmuş gibi davranmak her zaman bir adım önde.
Devlet Su İşleri verilerine göre Türkiye genelinde barajlardaki aktif doluluk oranı, geçen yılın aynı dönemine göre yaklaşık yüzde 52,9 seviyesindeyken, bu yıl yüzde 42,2’ye geriledi. Bu, ülkede tek bir yıl içinde yaklaşık 10,7 puanlık bir kayba işaret ediyor. Fakat asıl çarpıcı olan gerçek şu ki: Türkiye’nin su hikâyesi bir tabloya sığabilecek türden değil.
Şehir şehir susuzluk alarmı
Bursa ili, bunun en sert örneği: Nilüfer Barajı tamamen kurudu; Doğancı’da doluluk yüzde 19 seviyesine kadar indi. Büyükşehir’in resmî açıklamalarına göre kentte “yaklaşık 35 günlük su” kaldı. Bu, bir idari uyarı değil, kentin nefes sayacı. Bursa’nın suyu artık bir mevsim değil, bir takvim yaprağı. İzmir’de fotoğraf daha karmaşık ama mesaj aynı: Şehrin ana kaynağı Tahtalı Barajı’nda doluluk yüzde 7–8 bandına geriledi; geçen yıla göre dramatik düşüş var.
Öte yandan toplamın yüksek görünmesinin nedeni Güzelhisar gibi nispeten dolu barajlar; 22 Ağustos kaydında İzmir genel doluluk yüzde 40,98, ama bu ortalama, musluktaki riski perdelemiyor. Çünkü vatandaşın musluğuna giden suyun ana vanası Tahtalı. Beyşehir Gölü, Türkiye’nin en büyük tatlı su kaynağı, kıyılardan 300 metre çekilmiş durumda. Gölün geri çekilmesi, ekolojiden tarıma bütün yaşamı geriye sürüklüyor. Çanakkale’de ise iki katmanlı bir risk var.
Önce iklim ve kuraklık: Kenti besleyen Atikhisar Barajı’nın doluluğu 5 Ağustos’ta yüzde 51; geçen yıl aynı tarihte yüzde 73 imiş—yaklaşık 22 puan kayıp. Ardından yönetim ve arazi kullanımı: Aynı Atikhisar’ın koruma havzasında bir altın madeni projesi için ÇED onayı çıkmış. Barajı besleyen havzada “maden–içme suyu” denkleminde, küçük bir hata büyük bir faturaya dönüşebilir.
Suyumuzun sahibi çok uluslu şirketler
Sapanca Gölü ise son günlerde başka bir tartışmanın odağı: Gölün seviyesinin 29,67 metreye gerileyerek tehlike sınırının altına indiği açıklandı. Vatandaş şikâyetlerinde, göl kıyısındaki fabrikaların Avrupa’ya ihracat yaptığı, yerelin ise susuz kaldığı dile getiriliyor.
Göl çevresinde yabancı şirketler açıkça faaliyet gösteriyor. Coca-Cola, resmî sitesinde ‘Sapanca kaynağımız’ diye tanıtım yapıyor. Fransız Danone yıllardır Sapanca tesisinde üretim sürdürüyor. Japon DyDo Drinco’nun kontrolündeki marka ise Hendek/Çamlıca kaynağına bağlı olsa da aynı havza üzerinden zincire eklenmiş durumda. SASKİ göl üzerindeki baskıyı azaltmak için yeraltı kuyuları açtığını açıklıyor; ama asıl soruyu hâlâ yanıtsız bırakıyor: “Kim ne kadar su çekiyor, hangi sayaçla ölçülüyor?”
Üstelik mesele yalnızca Sapanca değil. Toroslar’ın kalbinden çıkan kaynak, bugün Danone’nin şişelerinde dünya raflarına gidiyor. Uludağ zirvesinden gelen su, Nestlé Waters’ın kontrolündeki bilindik bir markaya akıyor. PepsiCo’nun Aquafina’sı ise kamu kaynaklarından şişelenerek küresel pazara sunuluyor. Sonuç değişmiyor: Türkiye’nin dağları, ovaları ve gölleri artık sadece bize ait değil; Fransa, İsviçre ve Amerika merkezli devlerin kasasına yazılıyor.
Kaynak yağması yerine iklim değişikliği
Resmin arka planında meteoroloji var: Bakanlık verilerine göre 2025 su yılında yağışlar geçen yılın yüzde 28 altında; son 52 yılın en düşük seviyeleri konuşuluyor. Yani Kâğıt üstünde sebep belli: iklim değişikliği ve küresel ısınma… İklim değişikliği bahanesiyle göğe havale ettiğimiz krizin asıl kaynağı, suyumuzu kimin ne kadar kullandığını göstermesi gereken sayaçların yokluğu. Bu yüzden bizde suyu bitiren şey iklim değişikliği değil; küresel kaynak yağmasını, ‘iklim değişikliği’ diye adlandırma kolaycılığı…