Kentsel dönüşüm değil sessiz tasfiye
Şehirleri ister güneş paneline boğ ister bisiklet yolu aç; büyük şehirler yaşayabilirliğini kaybettiği anda kalkınmanın sürdürülebilirliği çöker. Çünkü bugün karşı karşıya kaldığımız kentsel dönüşüm sorunu teknik olduğu kadar, sosyal bir sorun. Önemli bir soruyu doğuruyor: Şehri kim için sürdürüyoruz? Beton üreticileri, bankalar ve rantçılar için mi; yoksa orada yaşamaya çalışan insanlar için mi?
Türkiye’de kentsel dönüşüm uzun zamandır bir mühendislik tartışması gibi sunuluyor. Binaların sağlamlığı, kat artışları, imar hakları… Fakat mesele aslında toplumsal birikimin, yani o şehrin sosyolojik dokusunun hızla dağılması. Dünyada bunun adı konulmuş durumda: “kentsel yerinden edilme” ve “sosyo-mekânsal ayrışma” Biz ise hâlâ konuyu “depreme dayanıklılık” kutusuna sıkıştırıp esas çöküşü görmezden geliyoruz.
Kentsel dönüşümün kör noktası: insan
Bugün birçok dönüşüm bölgesinde aynı hikâye yaşanıyor. Mahalle sakinleri projeyi yapan şirketle pazarlık gücü olmayan “zayıf taraf”; küçük esnaf ise yeni dükkân fiyatlarının dışına itilen “artık unsur.” Mahallenin eski kiracılarıysa dönüşüm sonrası o mahallede zaten barınamıyor. Ev değerleniyor, kira bir gecede iki katına çıkıyor, insanlar periferilere doğru savruluyor. Literatürde bu “gentrification-driven displacement” diye geçiyor; bizde ise “yeni bir sayfa açıyoruz” diye pazarlanıyor. Ama kim için açılıyor o sayfa? İşte tam burada sürdürülebilir kalkınmanın üç sacayağı birbirinden kopuyor:
-ekonomik sürdürülebilirlik: gayrimenkul değerleri artıyor diye başarı sayılıyor,
-çevresel sürdürülebilirlik: binalar enerji verimli oldu mu olunuyor,
-sosyal sürdürülebilirlik: kimse konuşmuyor.
Oysa bu üçü birbirini tamamlamazsa sürdürülebilir kalkınma kâğıt üzerinde bir temenniden öteye geçemez. Bugün Türkiye’de yaşadığımız tam olarak budur: ekonomik ve fiziksel kalkınma hedefleri, sosyal sürdürülebilirliğin enkazı üzerinde yükseliyor.
Bizde kentsel dönüşüm gentrifikasyon enkazı
Dünya Bankası, OECD, UN-Habitat, onlarca raporda aynı tehlikeyi vurguluyor: Bir şehir yaşanabilirliğini kaybettiği anda, diğer tüm sürdürülebilirlik hedefleri çöker. Çünkü toplumsal bütünlük, bir ülkenin en kritik doğal kaynağıdır. Su kirlenir, arıtırsın. Enerji biter, yenilenebilir kaynak kurarsın. Ama ortak yaşam hukuku bir kez kırıldı mı yerine başka bir şey koyamazsın.
Kentsel dönüşümün yarattığı bu sosyal çözülme, sadece insanları yerinden etmekle kalmıyor; şehrin “birlikte yaşama kapasitesini” çürütüyor. Aynı mahallede yaşayan insanlar, dönüşüm sonrası birbirinden kopuyor; ortak kamusal alan kullanımı azalıyor, topluluklar kendi içine kapanarak sosyo-mekânsal gettolar oluşuyor. Bu da başka büyük krizleriyle birleşiyor: kontrolsüz göç, gelir eşitsizliği, kayıt dışı emek piyasası… Hepsi bir araya geldiğinde, sosyal sürdürülebilirliği tehdit eden çok boyutlu bir kırılma ortaya çıkıyor.
En büyük kaynak toplumsal doku
Binaları yenilemek sürdürülebilir kalkınma değildir. Dönüşümün fiziksel başarısı ile toplumsal başarısızlığı arasındaki makas her geçen gün büyüyor. Daha sağlam binalar yapıyoruz ama daha kırılgan şehirler inşa ediyoruz. Kentsel dönüşüm, eğer yerinden etmeyi, sosyo-mekânsal ayrışmayı ve toplumsal bütünlüğün çöküşünü üretmeye devam ediyorsa, bu kalkınma değil; olsa olsa, geleceği ipotek altına alma projesi olabilir. Çünkü sürdürülebilir kalkınmanın özü: kaynakları gelecek nesillere devretmektir. Ve en büyük kaynak, beton değil; toplumsal dokudur.
Bugün yapılması gereken şey çok açık: Türkiye’nin sürdürülebilirlik planlarının merkezine sosyal sürdürülebilirliği koymak. Göç yönetimi, mahalle kültürünün korunması, ekonomik kırılgan grupların barınma güvenliği, küçük esnafın yaşama hakkı… Bunları konuşmadan ister 50 bin bina dönüştür, ister bütün çatıları güneş paneliyle kapla… Beton elbette yenilenebilir ama peki ya toplumsal doku?