Kriz çıkmadan yönetilir: 23 Nisan’ın ardında bıraktığı derin sessizlik
23 Nisan, neşeye adanmış bir gündü. Fakat bu yıl saat 12.49’da, İstanbul’un zemininden yükselen sarsıntı, yalnızca binaları değil; hafızamızı, kalbimizi ve hepimizin içinde biriken kırılganlığı yerinden oynattı. 6.2 büyüklüğündeki deprem ve onu takip eden yüzlerce artçı sarsıntı bize yalnızca fiziksel bir kırılganlığı değil, zihinsel ve toplumsal bir hazırlıksızlığı da gösterdi. Çünkü afetler yalnızca doğada değil, kültürlerde de iz bırakır.
Bize düşen, bu izleri unutmak değil; bu izlerden öğrenmeyi içselleştirmek. Çünkü afetlerin acısını azaltan şey yalnızca yardım değil, öncesinde inşa edilen bilinçtir. Ve bu bilinç, yalnızca kriz anında değil, her an yaşatılması gereken bir kültürdür.
Kriz yönetimi: Anı kurtarmak değil, geleceği inşa etmektir
Kriz yönetimi, çoğu zaman bir refleks gibi algılanır. Oysa gerçek kriz yönetimi, refleks değil, yaşam biçimidir. Bir yangını söndürmek değil, yangının çıkmasını önlemekle ilgilenir. Çoğu zaman kriz yönetimini, krize verilen ani tepkilerden ibaret sanıyoruz. Oysa gerçek kriz yönetimi, ‘reaktif’ değil ‘proaktif’ bir süreçtir. Yani kriz meydana geldikten sonra değil, daha hiç bir şey yaşanmadan önce başlar. Önleme, öngörme ve hazırlık; bu sürecin üç temel ayağıdır.
Birleşmiş Milletler Afet Risklerini Azaltma Ofisi’nin (UNDRR) verileri açık: Her 1 dolarlık önleme yatırımı, 7 dolarlık zararı engeller. Bu yalnızca ekonomik bir tercih değil, aynı zamanda insani bir sorumluluktur. Ve bu sorumluluk yalnızca kurumların değil; her bireyin, her okulun, her mahallenin, her öğretmenin ve her anne babanın omzundadır.
Kollektif hafızamızda kapanmayan sayfa
Yıllar önce yazdığım bir yazıda şöyle demiştim: "Biz bu ülkede fay hatlarını ezberledik, ama hâlâ toplumsal sarsıntıları nasıl yöneteceğimizi bilmiyoruz." Bu cümle, hâlâ geçerli. Çünkü her deprem, sadece jeolojik değil, sosyolojik ve yönetsel bir sınavdır. Ve son deprem bize çok asıl fay hatlarının ihmal, erteleme ve belirsizlikten beslendiğini ve kırılgan olan sadece betonlar değil; bilgiyi uygulamaya dökemeyen sorunlar olduğunu bir kez daha hatırlattı.
Hazırlık bir protokol değil, bir eğitim meselesidir. Her okulda yapılan tatbikatlar, yalnızca prosedür değil; çocukların zihninde güvenin tohumudur. Çünkü afet bilinci yalnızca bilgiyle değil, anlayışla gelişir. Japonya’da afet eğitimi, çocukların yalnızca ne yapmaları gerektiğini değil, neden yapmaları gerektiğini de kavramalarını sağlar; bilgiyi ezberden çıkarıp içselleştirilmiş bir refleks haline getirir.
Benzer şekilde Güney Kore'de her ay ülke genelinde yapılan ulusal tatbikatlar, kriz refleksini toplumun gündelik hayatının parçası haline getirir. Bu pratikler, halkın afet karşısında yalnızca hazırlıklı olmasını değil, bu hazırlığı doğal bir yaşam alışkanlığı olarak benimsemesini sağlar. Türkiye’de de AFAD ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı ortak çalışmalar, önemli adımların habercisidir. Ama bu adımların toplumda yankı bulabilmesi için sürekliliğe, katılıma ve içselleştirmeye ihtiyaç var.
Okul sıralarında başlar bu bilinç. Ama evde pekişir. Medyada görünür olur. Belediyelerde hayat bulur. Yani kriz yönetimi, yalnızca bir teknik alan değil; toplumsal bir ekosistemdir.
Hazırlıklı toplum: Güvende hissetmenin gerçek kaynağı
Bir toplumun gücü, sadece kaynaklarıyla değil; o kaynakları ne kadar hazır hale getirdiğiyle ölçülür. Depremler, yangınlar, seller… Tüm bu olaylar, sistemin dayanıklılığını test eder. Hazırlıksız bir sistemde kriz yalnızca bir olay değil, bir yıkım olur.
Ancak hazırlıklı toplumlarda kriz, her şeyin sonu değil; dayanışmanın ve aklın devreye girdiği bir süreçtir. 2023’te yaşadığımız büyük deprem felaketinde tanık olduğumuz gibi, afetin ardından gösterilen dayanışma ruhu çok kıymetliydi. Ama gerçek güç, o dayanışmanın kriz çıkmadan da örgütlenebilmesidir. Çünkü afetlere dirençli bir toplum; yalnızca planları olan değil, bu planları yaşayan bir toplumdur.
Birlikte öğrenmek birlikte güçlenmek
Hiçbir kurum tek başına bu kadar büyük bir yükü taşıyamaz. Bu nedenle afetlere karşı güçlenmenin yolu, birlikte düşünmek, birlikte öğrenmek ve birlikte hareket etmektir. Bu, toplumun tüm paydaşlarını kapsayan bir öğrenme ve dönüşüm sürecidir. Bu dönüşüm; siyasetten bağımsız, kutuplardan uzak, insan hayatına odaklı bir anlayış gerektirir. Krizler ideolojik değil, insani meselelerdir. Bu nedenle çözümü de ancak ortak akılla, karşılıklı anlayışla ve sürdürülebilir yaklaşımlarla mümkün olur.
Doğa konuşur. Kimi zaman bir depremle, kimi zaman bir kuraklıkla, bazen de bir sel baskınıyla. Doğal afetler, gezegenin bütün dünyaya; “Ey insanoğlu, beni duy, beni anla, beni tanı, bana rağmen, bana karşı eylemler yapma, benimle barış, benimle dostça yaşamanın yollarını bul, benim özüme uygun şekilde yaşa, benim handikaplarıma uygun şekilde davran, beni zedelemeyecek şekilde üret, benim doğama uygun biçimde yerleş, ben sana ihtiyacın olan her şeyi veririm ama yapım gereği çok can acıtan şeyler de yaşatabilirim, bunları akıl ve bilim yoluyla keşfet ve önlem al” deme yolu…
Doğanın dili; ne ceza, ne de intikamdır. O, varoluşun kendi ritmidir. Ve biz insanlar, o ritmi anlamadan yaşamayı seçersek, yalnızca doğayı değil, kendimizi de yitiririz. Kriz yönetimi, işte bu dili anlamaya çalışmanın ta kendisidir.
Krizden sonra değil krizden önce konuşmalıyız
23 Nisan’da İstanbul’u sarsan deprem bir sinyaldi. Daha büyük bir tehlikenin habercisi değil sadece; aynı zamanda büyük bir sorumluluğun da hatırlatıcısı. “Olası büyük deprem” cümlesi artık bir teori değil, hazırlıklı olmamız gereken bir gerçektir. Ama bu yazı bir felaket senaryosu değil. Bu yazı, yaşanmış her sarsıntının hafızasında, bir daha yaşanmaması için atılması gereken adımların izini süren bir hatırlatmadır.
Japonya'da 2011 depreminden sonra alınan yapısal ve toplumsal önlemler sayesinde, aynı büyüklükteki bir afet bugün olsa, can kayıplarının yüzde 60’a varan oranda azalacağı öngörülüyor. 1995 Kobe felaketinden bu yana afet bilinci, yalnızca teknik alanlarda değil, eğitim ve iletişim politikalarında da derinleştirildi. Güney Kore'de her ay yapılan ulusal tatbikatlar, kriz yönetimini halkın gündelik yaşamının bir parçası haline getirdi.
Peki biz? Biz neden başaramayalım?