Küresel çalkantıların eşiğinde Türkiye ekonomi perspektifi
Küresel piyasalar geçtiğimiz hafta, yıl sonuna yaklaşırken portföylerin yeniden şekillendirilmesi ve yüksek primlerin getirdiği kırılganlığın ne kadar yüksek olduğunu yeniden gösterdi. ABD hükümetinin açılması ilk etapta iyimserlik yaratsa da, sonrasında klasik “haber gerçekleşir, fiyat satılır” prensibi çalıştı ve satış baskısı hızlandı. Buna FED üyelerinin Aralık ayında faiz indirimi konusunda düşük ihtimale işaret eden açıklamaları eklenince, risk iştahı belirgin şekilde zayıfladığını takip ediyoruz. MSCI Dünya Endeksinde her ne kadar sınırlı gerilemiş olsa da hâlâ tarihi zirvesine oldukça yakın seviyelerde duruyor; bu da AI rallisi değerlemelerin küresel çapta hâlen pahalı olduğunun bir göstergesi. Öte yandan, teknoloji devlerine yönelik “balon” tartışmaları ve küresel borç yüküne ilişkin artan uyarılar, kırılgan ve kaygan zemini daha da görünür kılıyor.
Asya kaynaklı riskler ön planda
Asya’da ise gerilim tırmanıyor. Özellikle Japonya’nın son aldığı Tayvan politikaları nedeniyle Pekin yönetiminin uygulamaya başladığı ekonomik ve turistik boykot, iki ülke piyasalarında güçlü baskı yaratırken, sabah saatlerinde gelen raporlar sıcak temas risklerin daha da büyüdüğünü gösterdi. Bilindiği üzere pandemi sonrasında özellikle iki büyük jeopolitik risklerden bahsediyorduk. Bunlardan biri Rusya-Ukrayna gerilimi diğeri de Çin-Tayvan bölgesiydi. İlki sıcak savaşla sonuçlanırken ikincisi bugünlere kadar soğuk savaş eğilimde kalarak geldi. Tayvan dosyasının “Tek Çin” yaklaşımı çerçevesinde ne kadar kırılgan olduğunu bilen tüm küresel aktörler, bölgede atılacak küçük adımların dahi büyük siyasi sonuçlara yol açabileceğinin farkında. Bu nedenle küresel jeopolitik senaryolarda Asya kaynaklı riskler yeniden ön plana çıkıyor.
Bu tür başlıklarla şekillenen haftada emtia fiyatları geniş bantta dalgalanırken, kripto varlıklar sert satışlarla karşılaştı. Kıymetli metaller zayıf dolar ve güvenli liman arayışıyla yön bulmaya çalışırken, Rusya’daki liman saldırısı petrol fiyatlarını tekrar yukarı iterek arz güvenliğinin hâlâ masada bir risk unsuru olduğunu hatırlattı.
Gündem iki konu etrafında yoğunlaşıyor
Yurt içinde ise gündem özellikle iki konu etrafında yoğunlaşıyor: Son dönemde Bakan Şimşek’in yatırım fonlarına ilişkin söylemlerinin yarattığı belirsizlik ve enflasyon beklentilerindeki bozulma. Fon piyasalarında yapısal bir risk görülmese de kısa vadede likidite yönetimi açısından sıkıntılara yaşanması, bilgi eksikliği ve yetersiz iletişim algının bozulmasına neden oluyor. Hafta sonu yapılan düzenlemeyle Takasbank teminat limitlerinin yükseltilmesi kısa vade de her ne kadar sorunu çözmüş görünüyor olsa da, finansal piyasalar için belirsizlik en tehlikeli unsurdur; soru işaretleri giderilmediğinde söylenti mekanizması devreye girer ve fiyatlamalar domino etkisiyle düşmeye başladığında sonuçları tatsız noktalara savrulmaya yol açabilir. Bu nedenle bu süreçte iletişim daha ön plana çıkartılması daha da önem kazanmış vaziyette.
Makro tarafa dönersek; TCMB’nin Kasım ayı Piyasa Katılımcıları Anketi, beklenti kanalındaki erozyonun sürdüğünü teyit ediyor. 12 ay sonrası enflasyon tahmininin %23.49 ile son beş ayın en yüksek seviyesine çıkması, piyasa oyuncularının dezenflasyon hedefinden giderek uzaklaştığını gösteriyor. Merkez Bankası’nın 2026 sonu için %16’lık projeksiyonu koruması ise beklentilerle arasındaki makasın büyüdüğüne işaret ediyor. Muhtemeldir ki TCMB, 2026’nın ilk Enflasyon Raporu’nda bu tahmini yukarı yönlü revize etmek durumunda kalacak.
Yüksek faiz gideri ve zayıf tasarruf
Maliye tarafında tabloya göz atacak olursak. Ekim ayında 223 milyar TL’lik açık verilmesine rağmen yıl genelinde reel bazda açığın %16 daralması önemli bir gelişme. Ancak bütçenin iki temel yarası hâlâ iyileşmedi: Yüksek faiz giderleri ve zayıf tasarruf performansı. Özellikle kamu fiyat ayarlamalarının enflasyona verdiği ivmenin altını çizmek gerekiyor. 2023 Temmuz, 2024 Ocak ve 2025 Ocak’ta görülen sert enflasyon sıçramalarının önemli bölümü kamu kaynaklı fiyatlamalardan geldi. Bu döngü kırılamadan enflasyonla mücadelede kalıcılık beklemek zorlu bir denklem.
Aynı şekilde arz tarafındaki eşitsizlikler fiyat yapışkanlığını kaçınılmaz kılıyor. Dayanıklı tüketimdeki arz fazlası fiyatları baskılarken; kira, gıda, eğitim ve sağlıkta arz yetersizliği enflasyonu katılaştırıyor. Türkiye’nin son yıllarda para politikasında iki uç arasında gidip gelmesi, sanayi sektöründe çanların çalmasına yol açmakta; bu durumu incelediğimizde gelir dağılımının bozulmaya devam ettiğini; bazı alt sektörlerde üretim kapasitesini tehdit eden kalıcı dönüşümlere yol açmakta. Bunun en güzel örneği tekstil üretiminin yurtdışına kayması. Bu nedenle artık tartışmayı yöntemden çok yaklaşım üzerine kurmak gerekiyor.
Küresel oynaklığın arttığı, jeopolitik risklerin çeşitlendiği bir dönemde Türkiye’nin en önemli avantajı hâlâ TL varlıklara olan ilginin devam etmesi, rezervlerdeki toparlanma ve dış talebin görece güçlü seyri. Ancak sürdürülebilir başarı, öngörülebilirlik olmadan mümkün değil. Hem piyasanın hem ekonominin tüm paydaşlarının ihtiyacı, tutarlı, uzun soluklu ve güven veren bir politika çerçevesinde yeni bir motivasyona ihtiyaç var.
Artık bakış açımızı değiştirmek zorundayız.