Sosyal izolasyon ve gettolaşma
Ekonomik göstergeler, kalkınma raporları ve sürdürülebilir yatırımlar, büyümenin somut işaretleri olarak sunuluyor. Ancak bu büyümenin gerçek yansıması, yalnızca rakamlarda değil, toplumun kesişen noktalarında gizli. Hangi açıdan bakarsanız bakın, kâğıt üzerinde bir gelişme söz konusu. Ama bu gelişmenin karanlık yüzü, kimse tarafından fark edilmiyor.
Bir yanda ekonomik büyüme rakamları, diğer yanda hızla genişleyen gettolar… Her ne kadar atılan adımlar, iklim zirvelerinde atılan imzalar, Birleşmiş Milletler toplantılarında verilen sözler dikkat çekse de bu gelişmelerin bir de karanlık yüzü var ve bu karanlık yüz, hızla büyüyen gettolarla, sosyal izolasyonla ve dışlanmış gruplarla artık gözler önüne seriliyor. Hatta ne kadar saklanmaya çalışılsa da her geçen gün daha fazla görünür hale geliyor.
Yoksullaşma ve artan tehlike
Geleneği bozalım; kalkınma dedikçe büyüyen ekonomik rakamları bir kenara bırakıp bir de bölgesel, kültürel ve sınıfsal uçurumlara göz atalım. Türkiye’de sosyal dışlanma riski yüzde 29,3’e çıkmış durumda. Yani gettolaşmanın toplumsal yapıyı nasıl parçaladığını göremiyor olmak mümkün değil.
Yoksul mahalleler, göçmen nüfus ve dışlanmış gruplar, her geçen gün daha da sıkışırken, artık bu bölgelerde yaşamak, sadece ekonomik değil, toplumsal bir felakete dönüşmüşken bu ayrışımı ve parçalanmayı görmemek olsa olsa bir görmezden gelme stratejisinin alameti olmalı. Ne yazık ki görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz bir şey var: Bu büyüme çemberi, her geçen gün daha fazla dışlanmayı, parçalanmayı, kimliklerin yok olmasını da beraberinde getiriyor.
Söz gelimi bundan yıllar önce, “göçmen” kelimesini duyduğumuzda aklımızda güzel bir tablo oluşurdu: Alttan gelen, daha iyi bir hayat için mücadele eden insanlar. Ancak bugün Türkiye’de her geçen yıl göçmen nüfusu artarken, buna paralel olarak gettolaşma da hız kazanıyor. Hani diyorlardı ya “toplumsal uyum”, işte bu söylemin rafa kaldırıldığı anı yaşıyoruz. Bir örnek verecek olursak sadece Fatih’te; demokrasi yüzü görmemiş, melez rejimlerle yönetilen ülkelerden gelen niteliksiz göçmen sayısı 30.000, Esenyurt’ta ise 250.000. Sosyal uyum değil, sosyal izolasyonunun en büyük göstergesi. Diğer şehirlerdeki durumu, bu tabloya koymaya gerek bile kalmıyor.
Toplumsal duvarlar ve sürdürülebilir kalkınma
Gettolaşmanın bir diğer büyük sorunu ise, bu izolasyonun toplumsal çatışmalara yol açması. Büyük şehirlerin merkezlerine her yıl yeni projeler eklenirken, kenarlarda büyüyen gettolar sosyal huzursuzluk üretiyor. Burada yaşayan insanlar, sadece ekonomik fırsatlardan değil, tüm temel insan haklarından da mahrum kalıyorlar.
Eğitim, sağlık, güvenlik… Tüm bunlar, birer uzak hayal gibi. O zaman soralım: Bu şekilde bir büyüme, kalkınma sayılabilir mi? Gerçek kalkınma, fırsatları herkes için eşitlemekten geçer, ama ne yazık ki bu kalkınma modeli sadece birkaç kişiye hitap ediyor. Eğitim, toplumsal mobilite için en önemli araçtır denir, değil mi? Ancak Türkiye’de yaşayan çocuklar, eğitimle değil, giderek büyüyen bir getto çemberiyle tanışıyor. Eğitim almaksa, bir hak değil, bir ayrıcalık haline gelmiş durumda ve her şeyden önce gettodan çıkabilmeyi gerektiriyor.
Bir gelişimden bahsediyorsak, eğer bu gelişme toplumsal çürümeyi besliyorsa, o zaman gerçekten “gelişmiş” miyiz? Türkiye’nin kalkınma modeli nereye gidiyor? Sürdürülebilir kalkınma hedefleri açısından Türkiye’nin büyümesinden bahsetmeye devam edebiliriz. En azından; yeşil enerji, karbon azaltma projeleri, yenilenebilir enerji yatırımları, ekolojik tarım uygulamaları, sıfır atık yönetimi, karbon ayak izi raporlama projeleri, sürdürülebilir ulaşım sistemleri gibi somut adımları buna örnek gösterebiliriz. Ama gerçekte tüm bu toplumsal duvarların tuğlalarını, en kötü projemiz olan getto üretim fabrikalarında üretiyoruz.