Türkiye ekonomisinin yol ayrımı: Makro kazanımlar mikro gerçeklerle yüzleşirken
Makroekonomik verilerin sunduğu sınırlı iyimser tablo, hanehalkı düzeyinde yaşanan mikroekonomik gerçekliklerle keskin bir şekilde çelişmektedir. Hanehalkı bütçe anketleri, son dönemde yaşanan enflasyonist sürecin vatandaşların harcama kalıplarını kökten değiştirdiğini göstermektedir.
2024 yılı verilerine göre, hanehalkı tüketim harcamalarının en büyük payını, %26 ile konut ve kira giderleri oluşturmaktadır. Bu oran, 2022’de %22,4 olan payın üzerinde gerçekleşmiştir. Gıda ve alkolsüz içecekler harcamalarının payı ise aynı dönemde %22,8’den %18,1’e gerilemiştir.
Bu istatistikler, Türkiye’de yaşanan enflasyonun heterojen yapısını ve bireyler üzerindeki yıkıcı etkisini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Haziran 2025 itibarıyla yıllık Tüketici Fiyat Endeksi’nin (TÜFE) %35,05 artış gösterdiği bir ortamda, konut fiyatlarındaki artış %65,54’e ulaşmıştır. Bu durum, maaş zamlarının ve diğer gelir artışlarının vatandaşlar tarafından neden bir “rahatlama” olarak hissedilmediğini açıklamaktadır. Zira, gelirdeki artış, öncelikle esnek olmayan ve yüksek enflasyonun görüldüğü kira gibi temel harcama kalemlerini karşılamaya yönelmekte, bu da bireylerin yeni tüketim yapma imkânını sınırlamaktadır. Hanehalkları, gelirlerinin artan bir kısmını temel barınma giderlerine ayırmak zorunda kalırken, gıda gibi diğer zorunlu harcama kalemlerindeki payın azalması, bir refah artışı değil, daha ucuz ve sınırlı bir tüketime yönelişin sıkıntılı bir göstergesi olabilir.
Öte yandan, 2025’in ilk çeyreğinde yurt içi turizm harcamalarının bir önceki yıla göre %68,9 arttığı gözlemlenmiştir. Nominal olarak büyük bir artış gibi görünse de, bu verinin ardındaki gerçeklik, reel bir refah artışından ziyade yüksek enflasyonun bir yansımasıdır. Seyahat harcamalarındaki en büyük payın yeme-içme (%32) ve ulaştırma (%28,4) gibi enflasyonun yüksek olduğu kategorilere ait olması, bireylerin reel olarak daha fazla harcama yapamadığını, aksine aynı seviyede bir aktivite için daha fazla nominal ücret ödediğini göstermektedir. Bu durum, makroekonomik veriler ile bireysel bütçeler arasındaki derin kopukluğu gözler önüne sermektedir.
Algıdaki çarpıklık: Reel efektif kur ve hanehalkının “değersiz lira” hissi
Türkiye’nin ekonomik tablosundaki en çarpıcı paradokslardan biri, Türk lirasının (TL) makroekonomik olarak aşırı değerli mi, yoksa düşük değerli mi olduğu yönündeki tartışmadır. Reel Efektif Döviz Kuru (REDK) gibi bilimsel ölçümler, TL’nin yabancı paralar karşısındaki reel değerini göstermektedir. 2025 yılının ilk çeyreği için 69.87 olarak açıklanan REDK değeri, Türk lirasının reel olarak “oldukça düşük değerli” olduğunu, yani dış ticaret ortaklarının para birimlerine göre alım gücünün daha zayıf olduğunu işaret etmektedir. Bu durum, teorik olarak ihracatı teşvik etmesi ve dış ticaret açığını kapatmaya yardımcı olması açısından olumlu bir sinyal olarak okunabilir.
Ancak, bu makroekonomik gösterge, halkın genel algısıyla taban tabana zıttır. Vatandaşlar, yüksek enflasyon nedeniyle satın alma güçlerinin sürekli olarak eridiğini hissetmekte ve bu durumu kendi paralarının “değersizleşmesi” olarak yorumlamaktadır. Bu algısal farklılığın temel nedeni, yüksek enflasyonun nominal döviz kurundaki dengesizliktir. Bir yandan REDK, göreli olarak düşük kalırken, diğer yandan hanehalkının gelirleri ve satın alma güçleri erimektedir. Bu durum, bireylerin kendi paralarıyla aldıkları mal ve hizmet miktarının azalması nedeniyle, Liranın değer kaybettiği hissiyatını derinleştirmektedir.
Dolayısıyla, bu çelişki, ekonomi yönetiminin en büyük zorluklarından birini teşkil etmektedir. Makroekonomik veriler ne kadar olumlu sinyaller verse de, bu kazanımların halkın gündelik hayatına yansımaması ve hatta bir “değersizleşme” hissi yaratması, ekonomi yönetimine olan güveni sarsmaktadır. Politika yapıcıların, yalnızca teknik göstergelere odaklanmak yerine, bu güven açığını kapatmak için şeffaf ve tutarlı bir iletişim stratejisi izlemesi gerekmektedir.