Yeni deprem, eski zihniyet ve sürdürülebilir şehirler

Sürdürülebilirlik, sadece doğayı korumak ya da karbon ayak izini azaltmak anlamı­na gelmiyor; aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerin, afetlere dayanıklı, yaşanabilir ve dirençli şehirler inşa etmesi anlamına da geliyor.

Çünkü sürdürülebilir kalkınma he­deflerinin gerçekleşmesi için bu şart. Bu ne­denle deprem gerçeğiyle yaşayan ülkelerde, sürdürülebilir şehircilik yaklaşımları ha­yat kurtaran bir gereklilik haline geliyor. Bu bağlamda, deprem ve sürdürülebilir şehirler arasındaki ilişkiyi anlamak, geleceği daha sağlam kurmanın ön şartı.

Geçtiğimiz günlerde Marmara Denizi’nde yaşanan sarsıntı, şehirlerin deprem karşı­sında nasıl bir yapıya sahip olması gerekti­ğini bir kez daha gündeme taşıdı. Dikkatler, doğal olarak hemen Türkiye ekonomisin ta­şıyıcı kolonu olan İstanbul’a çevrildi. Dep­rem, İstanbul ile ilgili kentsel planlamadaki eksiklikleri bir kez daha gözler önüne serdi.

Alışkanlıkların enkazında kalmaya devam mı edeceğiz?

Her yeni felaketten sonra kısa süreli bir bilinçlenme yaşanıyor ve sonrasında eski alışkanlıklarımıza geri dönüyoruz. Bu top­raklarda yaşamak, depremin kaçınılmaz ol­duğunu bilmeyi gerektiriyor. Kentsel dönü­şüm kavramı bugün, yalnızca eski binaların rant amaçlı yenilenmesiyle sınırlı kalma­malı. Sürdürülebilir şehircilik anlayışıyla birlikte, yeşil altyapının entegrasyonu gü­nümüz şehircilik anlayışının olmazsa ol­mazı.

Doğayla barışık, nefes alabilen şe­hirler, sadece depreme dayanıklı olmakla kalmıyor, aynı zamanda daha sağlıklı bir toplumsal hayatı destekliyor. Enerji verim­li binaların yaygınlaşması ve sürdürülebi­lir ulaşım sistemlerinin entegrasyonu da bu dönüşümün ayrılmaz bir parçası. Dep­rem gibi felaket anlarında ulaşılabilirlik, tahliye ve acil yardım sistemlerinin etkin­liği çok daha kritik hale geliyor. Bu nedenle, sadece binaları değil, şehir içi altyapılarını da afetlere dayanıklı ve sürdürülebilir hale getirmek gerekiyor.

Afetlerden ders alan sürdürülebilir şehirler

Dünyanın pek çok yerinde sürdürülebilir şehircilik uygulamaları, artık afet riskleri­ni azaltmanın temel yolu olarak benimse­niyor. Japonya’nın başkenti Tokyo, sürek­li olarak yenilenen afet yönetimi altyapısı, yeşil alan artışı ve deprem tatbikatlarıyla öne çıkıyor. San Francisco ise, dünyanın en sert deprem yönetmeliklerinden biri­ne sahip; yeni yapılar sadece depreme de­ğil, enerji verimliliğine de uygun olarak in­şa ediliyor.

Yeni Zelanda’nın Christchurch kenti, 2011 depremi sonrasında sürdürü­lebilirlik odaklı, daha esnek ve doğa ile iç içe bir şehir planlamasını hayata geçirdi. Bu şehirler, afetlerin sadece yıkım değil, bir yeniden inşa fırsatı olduğunu gösteren yalnızca birkaç örnekten biri. Türkiye için, özellikle her yerel seçimde “Fatih’in Ema­neti” diye anılan İstanbul için de benzer bir vizyona ihtiyaç var. Şehirlerin yeniden ya­pılandırılması sürecinde, sürdürülebilirlik ilkeleri merkeze alınmalı.

Emaneti sahiplenmek mi, siyasallaştırmak mı?

İstanbul sadece bir şehir değil; bir tarih, bir medeniyet mirası. Yüzyıllar boyunca impara­torluklara başkentlik yapmış, kültürlerin ve dinlerin kesişim noktası olmuş bir merkez. Fetihten bu yana, her fetih kutlamasında İs­tanbul’dan “Fatih’in emaneti” olarak bahset­mek, bu şehrin taşıdığı tarihsel anlamı daha da derinleştiriyor. Ancak İstanbul’un tarihi, aynı zamanda depremlerle süslenmiş bir yı­kım tarihi de.

1509’da “Kıyamet-i Suğra” di­ye anılan büyük deprem, 1766, 1894 deprem­leri... Şehir her seferinde yeniden ayağa kalk­mış, ama her seferinde de tekrar unutmuş. Şimdi ise emanete sadık bir şehir inşa etmek bizim sorumluluğumuzda. Zira emanete sa­hip çıkmak, onu geleceğe taşımakla ve sürdü­rülebilir kılmakla mümkün olabilir. Aksi hal­de İstanbul’u “Fatih’in emaneti” diye anmak, onu siyasallaştırmaktan, seçim ve fetih kut­lamaları mezesi yapmaktan ve boş bir miting sloganı olarak kullanmaktan öteye geçmiyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar