Yerelin iyiliğinde buluşmak: Üründen topluluğa uzanan bir sorumluluk hikâyesi
Coğrafi işaret yalnızca bir tescil değil; bir ürünün güvenilirliğini, sürdürülebilirliğini ve ekonomik potansiyelini görünür kılan bir sistem. Doğru işletildiğinde üretim standartlarını yükseltiyor, tüketiciyle güçlü bir güven bağı kuruyor ve o ürünün hikâyesine kültürel bir imza ekliyor. Yerel ürünlere yönelik talebin artmasıyla birlikte
Bir ürünün değeri, sadece tadında değil; izini sürdüğümüz toprağın, anlatılmamış hikâyelerin, korunmuş geleneklerin taşıdığı anlamdadır. Tıpkı bir insan gibi, yerel de ancak tanındığında ve sahiplenildiğinde yaşar. İşte bu yüzden bir coğrafi işaret yalnızca bir işaret değil, kolektif hafızanın, kültürel emek zincirinin, yerelin hafifçe eğilmiş başıyla yüzyıllardır taşıdığı bir nişandır.
Binlerce yerel ürünümüz var; her biri karakterini, aromasını, dokusunu yetiştiği toprağa, aldığı rüzgâra, yaşadığı mevsimlere borçlu. Ancak bu benzersiz kimliklerine rağmen, pek çoğu hâlâ hak ettiği değeri bulamıyor. Oysa coğrafi işaret yalnızca bir tescil değil; bir ürünün güvenilirliğini, sürdürülebilirliğini ve ekonomik potansiyelini görünür kılan bir sistem. Bu sistem doğru işletildiğinde hem üretim standartlarını yükseltiyor hem tüketiciyle güçlü bir güven bağı kuruyor hem de o ürünün hikâyesine kültürel bir imza ekliyor. Yerel ürünlere yönelik talebin artmasıyla birlikte gastronomi turizmi de canlanıyor; bir tabak, bir şehrin kapısını aralıyor. Yine de bu yolda almamız gereken mesafe az değil. Coğrafi işaret, yalnızca ürünleri değil, o ürünle var olan yerel ekonomileri ve yaşamları da geleceğe taşıyan bir araç olabilir—yeter ki bu potansiyeli hakkıyla değerlendirebilelim.
Hikâyesi olan ürün, değeri olan toprak
İşte bu yüzden yerel ürünleri yalnızca üretmek ya da raflara taşımak yeterli değil. Onlara hak ettikleri itibarı kazandırmak, o ürünün taşıdığı kültürel anlamı görünür kılmak, onu yalnızca bir ham madde değil, bir anlatı, bir hafıza, bir değer olarak kabul etmek gerekiyor. Tarımı ve sürdürülebilir üretimi destekleyen her girişim çok kıymetli. Ancak o emeğin görünürlüğünü, kalıcılığını ve yerel topluluklara ekonomik katkıyı sağlayan şeylerden biri de bu ürünlerin doğru hikâyelerle, doğru ellerle ve doğru bağlamlarla buluşması.
Bu bağlamın en iyi örneklerinden biri de uzun süredir tanıklık ettiğim Metro Türkiye’nin coğrafi işaret tescilli ve aday ürünleri ön plana çıkararak izlerini süren ‘Yerelin İzinde’ projesi. Birkaç yıl önce Bursa’da Siyah İncir hasadına katılmış, sabahın serinliğinde dallardan toplanan meyvelerin üreticilerin ellerinde nasıl birer sevince dönüştüğünü görmüştüm. Özellikle yerel üreticilerin o ürünlere sahip çıkışı, coğrafi işaretin yalnızca bir tescil değil, bir özgüven kaynağına dönüştüğünü bana göstermişti. Şemsa Denizsel şefin o incirlerle yarattığı menü ise ürünü bir gastronomik değer haline getirme sürecini destekliyordu. İşte o günden beri yerelin izini sürmek yalnızca bir rota değil, bir sorumluluk alanı olarak kazınmıştı hafızama.
Şeflerin elinde canlanan bellek
Geçtiğimiz haftalarda yolum İstanbul’da Şef Murat Deniz Temel’in mutfağına düşünce, bu iz sürme hikâyesinin hâlâ devam ettiğini görmek içimi ısıttı. Metro Türkiye, bu kez Mersin’den Manisa’ya, Mardin’den Bergama’ya uzanan dört ürünün peşine düşmüştü. Mersin Kan Portakalı, Mardin Kızıltepe Kırmızı Mercimeği, Manisa Sultani Üzümü ve Bergama Tulum Peyniri… Her biri yalnızca yetiştiği toprakla değil, o toprağın insanıyla, iklimiyle, tarihiyle anlamlı. Şef Murat Deniz Temel de bu ürünlere gösterdiği özenli yaklaşımı ve yarattığı tariflerdeki özgün yorumlarıyla, yerelin sunduğu potansiyeli hem mutfakla hem de belleğimizle yeniden buluşturmuş.
Projeye dahil edilen bu ürünler, yalnızca birer gıda maddesi değil; aynı zamanda birer kültür taşıyıcısı olarak öne çıkıyor. Artık sadece yetiştirildikleri yerlerde değil, şehirdeki profesyonel mutfaklarda, tariflerde, sohbetlerde adıyla anılıyorlar. Coğrafi işaretle kayıt altına alınmış olmaları ise bu değerleri görünür kılmak, korumak ve gelecek kuşaklara aktarmak adına hayati önem taşıyor. Çünkü bir ürün adıyla tanındığında, yalnızca o ürünü değil, ait olduğu coğrafyayı ve emeği de yaşatıyor. Ve bu, sürdürülebilirliğin en kalıcı, en derin hâllerinden biri.
Ve belki de en önemlisi, bu ürünlerin hak ettikleri değeri görmesi yalnızca üreticiyi değil, o ürüne anlam yükleyen tüm bir topluluğu da onurlandırıyor.
Türkiye, son yıllarda coğrafi işaretli ürünler konusunda önemli bir ivme kazandı. Ancak bu artış, henüz Avrupa Birliği ülkeleri ya da dünyadaki köklü gastronomi destinasyonlarıyla kıyaslanabilir bir düzeye ulaşmış değil. Oysa bu topraklar, çeşitliliğiyle yalnızca mutfaklara değil, kalkınmaya da ilham verecek bir potansiyele sahip. Ve bizim de bu potansiyeli görünür kılmak gibi bir sorumluluğumuz var. Eğer biz ürünlerimize sahip çıkıp onları uluslararası düzeyde tescil ettirir, mutfak kültürünün vazgeçilmez bir parçası haline getirir ve sürdürülebilir üretim modelleriyle yaşatırsak; bu ürünlerin sadece sofralarda değil, ihracat kalemlerinde de ülkemize katacağı değer katlanarak artar.
Bu yüzden şimdi hevesle bekliyorum; sırada hangi eşsiz ürünlerimiz, hangi bereketli coğrafyalar bu özel yolculuğa katılacak? Hangi ellerin emeği, hangi toprağın sesi yeni bir anlatıya dönüşecek? Mutfağa yalnızca teknik değil, derin bir ruh ve anlatı gücü de taşıyan Çiğdem Seferoğlu ve Umut Karakuş gibi şeflerin bu yolculukta yer alacak olması, her durağın geçmişten bugüne uzanan yeni bir belleğin parçası olacağının göstergesi. Eminim ki her biri, yerelin sesini yalnızca tabaklara değil, hafızalara da işleyerek bize ait olanı hak ettiği yere taşıyacak.