İklim Kanunu; tartışmaların odağında
İklim Kanunu TBMM’den geçerken, toplum olarak konunun özünü tartışmak yerine sosyal medyanın keskin kutuplaşma bataklığına battık.
Hâlâ iklim inkârcıları olsa da bilimsel verilerin ötesinde her yıl daha yoğun bir şekilde iklim değişikliğini derinden yaşıyoruz.
Ortak zemin arayışı
İklim düzenlemeleri, sorunun kaynağı olan gelişmiş ülkelerden geliyor ve Batı, bugünkü refahını sağlayan yüksek karbon emisyonunun faturasını, bu problemin oluşumunda en az katkısı olan ülkelere yıkmaya çalışıyor!
Evet, ABD ve Çin toplam karbon emisyonunun yüzde 45’inden sorumlular ve bu konuda geri adım atmıyorlar. Bilakis Trump ile ABD giderek daha fazla fosil yakıta yöneliyor. Çin’in ekonomisi büyük ölçüde fosil yakıta dayalı ve büyümeleri için bundan asla taviz vermiyorlar.
Peki neden Türkiye, yüzde 1,1 oranındaki emisyon payıyla “kraldan çok kralcı” damgası yiyor? Gelin, asıl çarpıcı noktayı açalım: Küresel sistemi değiştirebilmek için güçlü olmak zorundasınız. Örneğin, Cumhurbaşkanımızın “Dünya beşten büyüktür” söylemi son derece haklı ve isabetli olmakla birlikte BM yapısını değiştirebilmek için daha güçlü olmalısınız. O nedenle, güçleninceye kadar, onların koydukları kuralları, kendimize uyumlu hale getirerek fırsata dönüştürmek de mümkün.
Neden bu düzenlemeye ihtiyaç var?
AB ülkeleri, iklim değişikliği konusunda en kararlı ve bu konuda mevzuat açısından bir hayli ilerlemiş olan ülkeler. Avrupa İklim Yasası ve Avrupa Yeşil Mutabakatı yürürlükte. Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) ve Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) ile emisyon azaltımı hedefine çoktan odaklanmışlar.
2026 yılında SKDM’yi yürürlüğe koyacak olan AB’nin bu kararı bizi doğrudan etkileyecek. 2024 yılı verilerine göre AB’ye 99,4 milyar dolar ihracatımız ve 232 milyar dolar dış ticaret hacmimiz var. Yani toplam ihracatımızın yüzde 42’si AB ülkeleri ile. Eğer karbon piyasasına yönelik bir düzenleme yapmazsanız, AB’ye ihracatınızda önemli bir karbon vergisi yükü ile karşılaşabileceksiniz.
İklim Kanunu konusundaki eleştirilerin ve dezenformasyonun çoğu tarım ve gıda alanında. Ancak başta da söylediğimiz gibi, süreci fırsata çevirmek de mümkün.
Öncelikle kabul edelim ki iklim krizinin merkezinde su var. Muhtemelen kısa bir süre sonra su fakiri bir ülke olacağız. Suyu merkeze alan Tarımsal Üretim Planlaması bir yıldır uygulanıyor ülkemizde. Bu planlama ile İklim Kanunu’ndan önce, istediğiniz bölgede ürün desenine zaten yön verebiliyordunuz. Örneğin, Konya Ovası’nda, fazla su tüketiminden dolayı mısır üretimini sınırlandırabiliyor, stratejik olan tahıl üretimini desteklerken rakip ürünlere kısıtlama koyabiliyorsunuz. Maydanoz dahi üretememe konusunun İklim Kanunu ile değil olsa olsa üretim planlaması ile ilgisi düşünülebilir (abartarak söyleyelim). Neden geçen yıl planlama mevzuatı tartışılırken bunlar gündeme getirilmedi? Eğimi yüzde 6’nın altındaki arazilerde yeni bahçe tesis edilememesi konusu daha büyük bir kısıtlama değil miydi?
Kanun ile kaynak kullanım ekonomisi sağlanabilir
Evet, iklim değişikliği en fazla tarımı etkiliyor. Sıcaklık arttıkça, bir yandan buharlaşma ile kullanılabilir su azalıyor, diğer yandan bitkinin su talebi artıyor. O nedenle, kuraklığa dayanıklı çeşitlerin geliştirilmesi, toprağın daha az işlenmesi, yenilenebilir enerji kullanımı, kimyasal gübrelerden organik olanlara geçiş, israf, kayıp ve atıkların azaltılması ve nihayetinde kapalı kanallar ve basınçlı sulama sistemleri ile daha etkili su yönetimin sağlanması gerekiyor. İşte yeni kanunda çok konuşulmayan bu boyutlar da var.
Sonuçta, tüketerek tükenmek yerine kaynak kullanım ekonomisini öne çıkarmak için bir fırsat olarak da görülebilir bu süreç.